Manisa Bilim Sanat Merkezinde de öğrenci olan okulumuz öğrencisi Zeynep Tusem AKKOYUN, edebiyat kategorisinde “EVİN YOLU”adlı eseriyle il birinciliği kazanmıştır. Öğrencimizi, ailesini ve öğretmenlerini tebrik ederiz.
EVİN YOLU
Başını eğerek hızlı hızlı yürüyordu evin yolunda. Üzerinde hissettiği gözler adeta adımlarına pranga vururken o, mahcup bir şekilde bir an önce eve varmak istiyordu. Yıllar önce bu sokaklarda beş dakika daha kalabilmek için annesinden yalvar yakar izin isterdi. Şimdi ise bu sokaklar ona öyle yabancıydı ki sanki burada doğmamış, buralara hiç gelmemiş en güzel anılarını bu gök kubbenin altında biriktirmemişti. Çocukluğundaki gibi değildi hiçbir şey. Özellikle de insanların bakışları… Ne o yargılayıcı bakışlara tahammül edebiliyor ne de gözlerini yerden kaldıracak gücü bulabiliyordu kendinde. Daha iyi bir hayat yaşayıp yaşatabilmek için hayatından vazgeçen bir enkazdı. Hem de bir daha asla geri inşa edilemeyecek bir enkaz…
Eve varmasına sadece iki sokak kalmıştı. Tam köşeyi dönecekken birine çarptı. İstemeye istemeye bükük başını yutkunarak kaldırdı yerden ve kan çanağına dönmüş gözleriyle çarptığı kişiye baktı. Yoksa buldular mı beni, dedi içinden korkuyla. Hayır, onlardan biri değildi. Bu, ona yıllar yılı yoldaşlık eden, can dostu Bekir ağabeyiydi. Zamanında mahallede eski bir top peşinde koşturduğu, birlikte ekmek parası kazanmak için Hüsnü amcanın bakkalında çalıştığı, onu en iyi tanıyan ve anlayan insandı. Ama ya o da bana kızgınsa, diye düşündü. Eski de olsa dostunu kaybetmiş olma ihtimali yaktı bir anda içini. Diğerleri gibi kızmayacağını, onu anlayabileceğini umdu çaresizce. Çünkü anlarsa sadece Bekir anlayabilirdi onu.
“Se-Selamın aleyküm Bekir ağabey…’’ dedi çekinerek. Bekir’in gözlerindeki ifade karşılaşmayı umduğu gibi öfkeden uzaktı. Acınası haldeki bir insana öfke duymak zaten hayattaki en anlamsız şey değil miydi? Kolunu Fazıl’ın omzuna doladı ve derin bir nefes aldı. ‘’Aleyküm selam Fazıl… Hele bir gel, gel de biraz konuşalım bakalım.’’ dedi ve onu kendi kıraathanesine götürdü. Neyse ki kimse yoktu bu küçük, sıcak mekânda. Yalnız konuşmak istiyordu Fazıl’la. ‘’Kapalı’’ tabelasını astı Bekir. Sandalyesini çekti Fazıl’ın, sonra da karşısına kendisi oturdu. Fazıl ne diyeceğini bilemedi. Ne yapsam, diye düşündü. En sonunda söze Bekir ağabey girdi.
“Anlat Fazıl… Doğru mu ahalinin söyledikleri?’’ dedi. Gözleri lütfen hayır de, diyordu sanki. Fazıl hayır demek isterdi ama doğruydu. Bekir insanlardan ne duyduysa doğru duymuştu. Gözlerini tahta döşemeli zemine dikti ve yutkundu, boğazını temizledi içindeki onulmaz utançla. Hiç istemiyordu olan biteni tekrar anlatıp o kara günleri hatırlamayı ama mecburdu. Artık herkes biliyordu zaten. Yalan söylese de faydası yoktu.
Ne düşündüğünü anlamak için Bekir ağabeyinin koyu kahverengi gözlerine baktı. Öfke göremedi. Aksine sanki merhamet vardı ağabeyinin gözlerinde. Gördükleri karşısında yüreği hafifler gibi olsa da boğazına oturmuş koca bir yumruk konuşmasını zorlaştırıyordu. “E-evet…’’ diyebildi sadece. Bekir ise duyduklarına inanamadı. Hayır, bu Fazıl olamazdı! Onun tanıdığı Fazıl yumuşak kalpli ve yardımseverdi, güvenilirdi, o böylesine çirkin bir davranış sergilemezdi. Aklında bir sürü soru işareti vardı ve bunların cevabını alması gerekiyordu. “Anlat,’’ dedi yalvarırcasına. “Bana en ince detayına kadar anlat Fazıl… Seni dinliyorum.’’
Fazıl kendini konuşamayacak kadar kötü ve mahcup hissediyordu. Nereden başlasaydı? Olayın başı neydi? Ne olmuştu ona? Hiçbirini hatırlamak istemiyordu. Soğuk soğuk ter atıyordu. Ağladı ağlayacak vaziyetteydi. Çok derin bir nefes aldı. Bekir, onun bu gergin halini anlamış olacak ki daha yeni demlenmiş taze çayı bardaklara doldurdu. Fazıl’ınkine bir kaşık şeker attı. Kendisi şekerli içmezdi. Ona göre, çayı şekerli içince çayın tadı gelmezdi. Çayın asıl tadını almak istiyorsanız şeker katmamalısınız, derdi.
İki çay bardağını masaya koydu ve oturdu. Bir yudum aldı çayından. Fazıl da aynısını yaptı. Bu sıcak demli çay ona çok iyi gelmişti. İçini ısıtmış, bir nebze olsun ona cesaret vermişti. Durdu, durdu, durdu… Sonunda dudakları aralandı ve dört kelimelik bir cümle dökülüverdi ağzından. “Ben çok pişmanım ağabey…”
Evet, pişmandı. Hem de çok pişmandı. Zor da olsa devam etti anlatmaya. “Biliyorsun, ekmek parası peşinde düştüm gurbet yollarına. Başta ana yok baba yok yapayalnız kaldım koca şehirde. Sanki herkes açmış kollarını sana iş vereyim diye beni bekliyor. İş yok, para yok kalakaldım ortada. Sonra nereden bulaştımsa o kahrolasıca adamlara…” dedi ve derin bir iç çekti. Gözlerinden okunuyordu tüm pişmanlığı. Bekir anladığını belli etmeye çalışarak başını salladı, bir yudum daha aldı çayından ve ‘’Devam et.’’ dedi. Fazıl da çayından birkaç yudum aldı. Ağlamamak için sarf ettiği çaba olağan üstüydü. ‘’Mahvettiler beni ağabey. Al bak bir kereden bir şey olmaz dediler. Derdini kederini unutursun dediler. Ah Bekir ağabey ah… Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan demişler ya işte o hesap ne olduğunu anlamadan uyuşturucu, alkol… Büsbütün bağımlının teki oldum çıktım.” İstemeye istemeye olsa da araya girdi Bekir “Fazıl güzel bir iş bulmuş, rahatı yerinde diyordu annen? Yalan mıydı yani?” sesindeki hayal kırıklığı Fazıl’ı büsbütün kahretti. “Yok, yalan değildi ağabey. O halimde bana sahip çıkan biri vardı, çalıştığım dükkânın sahibi. Yunus baba. Allah ondan razı olsun. Babalık etti bana. O elimden tutmasa yok olup gitmiştim ben.” O sırada lafa atıldı Bekir, “ Eh be oğlum, bak elimden tutanım da vardı diyorsun. Ne demeye devam ettin o illete?” kendini savunmak istedi Fazıl ama savunulacak bir tarafı yoktu. O da bunun farkındaydı. Bakışlarını yerden kaldıramadan devam etti anlatmaya. Sesindeki titrek ton nedametin göstergesiydi adeta. “ Öyle kolay olsa keşke. Bir kere bulaştın mı… Üstelik o illete başlamama vesile olan herifler kumara da…” deyince Fazıl, Bekir kendinden beklenmedik bir sinirle “Bir de kumar mı be oğlum” diye çıkıştı. Yer yarılsa da yerin dibine girsem diye geçirdi içinden Fazıl. “Kumar ya bir de kumar… Batağın ta dibine saplandım ağabey. Kumar borcumu ödeyemeyince dadandılar kapıma bir gece vakti, çoluk çocuk uyurken. Güzelliği dillere destan hatunumla, baldan tatlı kızımla ve aslan parçası oğlumla tehdit ettiler beni. Biricik karım çocuklarımı da alıp kaçtı. Bir başıma kaldım. Terk ettiler beni… Bu herifler yakamı bırakmaz zaten. Allahtan buralı olduğumu bilmiyorlardı.” Son cümlesini mırıldandı. Çünkü emin değildi. Ya takip edildiyse, nereli olduğunu, nerede yaşadığını öğrendilerse! İşte o zaman tam anlamıyla mahvolurdu. Bu düşüncelerden uzak durmaya çalıştı. Bakımsız yüzü çok solgundu. Çekinerek çayından bir yudum aldı. Bitkin gözleri Bekir’i buldu ve kaldı öyle.
Bekir, karşısındaki pişmanlığın adeta vücut bulmuş haline, adama baktı. Kendini onun yerine koydu. Sokağa nasıl çıkacaktı, insanların hakkında yaydığı dedikoduları nasıl duymazdan gelecekti? Bu sokakları hala ezbere bildiğine emindi. Bu sokaklarda nasıl başı dik yürüyecekti bir daha?
Bekir çayının son damlasını da bitirdi ve derin bir nefes aldı. Kafasında kurduğu cümleleri söyleyebilmek için dudaklarını araladı. “Fazıl” dedi. “Sen bir hata etmişsin. Bağımlı olmuşsun ve çöküş yaşamışsın. İnanarak ve güvenerek söylüyorum, artık yapmıyorsundur ve bir daha yapmazsın… Bak aslanım; önemli olan, evin yolunu bilmek değil mi? Evin yolunu bilirsen ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş yine eve dönebilirsin, değil mi?”
Fazıl, Bekir ağabeyini anladı. Her ne olursa olsun hiçbir şey için tamamen geç değildi. Kısa, öz ve anlamlı bu konuşma üzerine Fazıl da bitirdi çayını. Cesaretlenmişti. Şimdi solgun yüzüne biraz olsun renk gelmişti. İki kan çanağında bir nebze olsun umut ışığı vardı. Ne de olsa evinin yolunu biliyordu. Evininin yolundan uzaklaşmıştı, evet… Ama yolu zihnindeydi. Geri dönebilirdi bu leş gibi yabancı yoldan. Bekir’e bir kez daha baktı ve sarıldı. Çayın da verdiği huzurla, kendisine bakan bütün gözlere aldırmadan evin yolunda yürüdü. Bir de kendine söz verdi: Bir daha evin yolunu unutmamak, evin yolundan ayrılmamak üzere…